Doğuya giden gemide batıya koşan tayfalarız




Bir Göç Hikayesi

“Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız... Ama beni isyana sürükleyen açlıktan çok tek oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık. Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç hiçbir zaman dolaşmamıştır diye düşünürdüm... Ben, düşünen, okuyan ve temsil ettiği, temsil ettiğini sandığı beşerî değerleri lekelememek için aç kalmağa, açlıktan kıvranmağa razı olan adam...”

Cemil Meriç memleketinden uzakta İstanbul’da geçirdiği iki yılı bu dizelere sığdırmış, gurbeti ve beraberinde getirdiği zorlukları anlatmıştır. Öyle ya, bizler için gurbetin ismi “Almanya”, “Avusturya” vb. olsa da aslında gurbet herhangi bir sebepten seni sen yapan şeyleri, yerleri, insanları geride bırakıp bilinmeyen bir yolda tekrar kendini bulmaktır (veya kaybetmek). Bu yol yeni hikayelere, yeni mutluluklara, yeni acılara seni götürürken, her yeni ortam, her yeni yaşanmışlık, her yeni insan, her yeni lisan senden yeni bir “sen” yaratır.  Eski sen’e yabancılaşırsın, çünkü artık araya mesafeler girmiştir. Adın “gurbetçi” olur.

Gurbet kelimesinin kökeni Arapça’daki “grb” kökünden gelen „gurba“ kelimesine dayanır ve ayrı olmak, yabancı yerde olmak, sürgün ve yabancılık gibi anlamlara tekamül eder. Anlamını çok güzel taşıyan ve yaşatan bir kelime değil midir? Zamanla geride bıraktığın yere yabancılaştığın gibi, göçüp geldiğin yerde de yabancısındır. Bir var olma çabasıyla hayatını geçirip, belki bir uçağın kanadında geri dönersin.

Gurbetçi deyince her ne kadar “Alamancılar” diye de tabir edilen, birinci, ikinci, üçüncü nesil farketmeksizin, Avrupa’da yaşayan Türkler/Türk kökenli insanlar akıllara gelse de, gurbetçiler aslında ilk nesil ve beraberlerinde getirmiş oldukları çocuklarıdır. Psikoterapist ve bilim insanı olan Carlos Sluzki’nin göç evreleri modelinde bahsedilen aşamalardan geçmiş olan zamanın misafir işçileri ve çocuklarıdır. Sluzki’ye göre göçün hemen ardından temel ihtiyaçların giderilmesine odaklanılması, bu süreç iyi ilerlemediği taktirde psikolojik sorunları beraberinde getirmektedir (bkz: göç ve depresyon ilişkisi). Göç için bir hazırlık yapılsa bile uyum sorunları kaçınılmaz olurken, geri dönme umudu ve isteği de uyum sorununu tetikleyebilir. Bir yandan maddi ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılırken, diğer yandan duygusal ihtiyaçlar öne çıkmaktadır.

Nasıl başlamıştı gurbetçilerin hikayesi? Bir gün Sirkeci Garından vagonlara atlayıp çok uzun bir yolculuğa çıktılar. Yolun sonu hiç bilmedikleri, şimdiye kadar görmedikleri, insanını, dilini, dinini tanımadıkları yerlere vardı. Şu an bir yere seyahat etmeden akıllı telefonlarımızdan gideceğimiz yere dair bir fikir edinebilmek adına bilgiler toplar ve fotoğraflara bakarız. Fakat gurbetçilerin Avrupa’nın nasıl bir yer olduğu hakkında bir fikirleri bile yoktu. Bilinmez bir diyar..

Memleketlerinden ayrılmadan önce Türkiye Devleti onlara birtakım önerilerde bulundu.  “Onurlu ol, Aileni, evini unutma, zekanı iyi kullan, sağlığını koru ve bayrağını düşün” gibi tavsiyeler verip, “Yolun ve bahtın açık olsun” diyerek uğurladı onları..

Kulaklarında “elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak” mısralarıyla sevdiklerini arkalarında bıraktılar. Bir iki yıl çalışıp geri dönme umuduyla zamanın büyük fabrikalarına girip, düzenli bir şekilde çalıştılar. Mektuplarla giderdiler hasretlerini. Radyolarda çalan türküler ile memleketi anımsadılar çoğu zaman. Onlar artık birer "Gastarbeiter" olmuşlardı. Misafir işçiler zamanla eşlerini, dostlarını da getirerek Avrupa’nın birçok ülkesinde en büyük azınlık haline geldiler. Gurbetçiler Avrupa’da yıllardır ikinci sınıf insan muamelesi görmüş, alt kademelerde ve kötü şartlarda çalışmışlardır. Üstü birçok kez örtülen ırkçı cinayetlere kurban gitmişler, ateşlere verilen evlerde (bkz: Solingen) yanarak can vermişlerdir. Çünkü geldikleri ülkelerin kabul edemedikleri bir şey vardı. Gelenler misafir “işçi” değillerdi, gelenler insandı. Ne diyor Cem Karaca o meşhur şarkısında: “Es wurden Gastarbeiter gerufen, doch es kamen Menschen an”...

Yani gurbetçiler bugünlerde göç edenler kadar şanslı değillerdi. Misafir oldukları devletler tarafından daha kolay uyum sağlayabilmeleri adına hiçbir imkan tanınmıyordu. Ne bir dil kursu, ne de bir entegrasyon kursu. Anadolu'nun köylerinden göçüp gelen gurbetçiler daha belki İstanbul gibi bir şehirde uyum konusunda zorlanacaklarken, bambaşka bir kültürün içine düşmüşlerdi. Çıktıkları bu bilinmez yolda kendilerini bulmaya çalışırlarken, kendi milletlerinden insanları kaybettiler, evlatlarını kaybettiler, saldırılara uğradılar. Devletin onlara gitmeden önce verdiği tavsiyelerden biri de “kışkırtıcılara sırtını dön” önerisi idi. Tam da bunu yapıp birbirlerine kenetlendiler ve zamanla kendi aralarında topluluklar oluşturdular. Aslında bir nevi dışa kendilerini kapattılar diyebiliriz. Belki de böylelikle duygusal ihtiyaçlarını gidermek istediler. Türkiye’nin her ne kadar siyasi gelişmelerini yakından takip etseler de, toplumsal gelişmelerden, toplumun değişiminden bihaberlerdi. Aynı şekilde Almanya’nın toplumuna da uyum sağlamakta zorlanıyorlardı. Aslına bakarsanız bir yandan uyum sağlamalarına pek imkan ve izin de verilmiyordu. Birçoğu yaşadıkları ülke dilini sadece anlaşabilecekleri kadar öğrendi, öğrenebildi (veya öğrenmek istemedi).

İlk neslin bu zorlukları çekmelerinin tek bir amacı vardı: Evlatlarının istikballeri. Çocuklarının iyi bir eğitim almaları, yabancı dil öğrenmeleri, onların tabiriyle „Avrupa görmeleri“ ve onlar için birikim yapıp geride bir mülk bırakabilmekti. Tıpkı günümüzde Türkiye’den Avrupa’ya veya Amerika’ya göç eden (veya etmek isteyen) yüzlerce insanın hayal ettiği gibi. Vardiyalı çalışanından tutun, üç işte birden çalışan insanlardan oluşan gurbetçi topluluğu her zaman günleri sayarak, bir geri dönme umuduyla işlerine dört el ile sarılıyorlardı. “Bir iki sene çalışıp, birikim yapıp dönerim” planları artık yerini “çocuklarım iyi bir eğitim alsın, hayatlarını kurtarsın” umuduna bırakmıştı. Ancak çocukları için gece gündüz çalışan anne-babaların unuttukları bir şey vardı: Çocukları...

Çocuklar için durum daha da zordu. Yepyeni bir dünyada bulmuşlardı kendilerini. Köylerinde oynadıkları rengarenk bilyelerin içinde kaybolurken, bu sefer ötekileştirmelerin içinde boğuluyorlardı. Türkiye’nin kırsal kesimlerinden gelen, farklı şiveler ile konuşan anne babalarından daha İstanbul Türkçe'sini öğrenmemişken, bir de Almanca öğrenmeleri gerekiyordu. Daha ana dili kavrayamamışken, ikinci dili eksiksiz ve mükemmel bir şekilde nasıl konuşacaklardı? Ebeveynler iki, üç işte birden çalışırlarken, onlar sokaklarda dolaşan Naziler ile baş etmeye çalışıyorlar, bir var olma çabası ile kendi aralarında çeteler oluşturuyorlar ve adeta bir savaş haline girmiş bulunuyorlardı. Veliler çocukların asimile olma korkuları nedeniyle onları sarıp sarmalıyorlar, kendi kültürel ve dini değerlerine her zamankinden çok bağlanmalarını ümit ediyorlardı. Ancak genel kültür, bilgi, bilinç ve vizyon olarak pek bir şey aktaramıyorlardı. Çünkü buna pek vakit bulamıyorlardı. Bu bilinci ailede göremeyen çocuk, toplumda da göremiyordu. Türk toplumu çoğunlukla çalışıyor, Alman toplumu ise onları ötekileştiriyordu. Okullarında öğretmenleri tarafından Almanca'yı zor öğrenebilmeleri sebebi ile birçok kez özel eğitim kurumlarına gönderildiler. Zamanla toplumun beklentileri ile ailenin beklentileri arasında kaybolan çocuklar kendilerini bir kimlik arayışında buldular. Bu kimlik arayışı günümüze kadar dayanmış durumda..

Şu an üçüncü ve dördüncü jenerasyonu oluşturan gençlerde bile hâlâ ailelerinden aktarılmış olan ve toplum tarafından dayatılan ikinci sınıf insan psikoloji mevcut. Bu sebepten dolayı hayat amacı olmayan, “Almanlar” kadar başarılı olamayacaklarını düşünen ve her fırsatta düşündürülen bireyler haline gelmiş bulunmaktalar. Pek tabii son yıllarda yaşadıkları ülkeye bu toplumun bir parçası olarak gerektiği gibi uyum sağlamaya, ancak kendi değerlerinden vazgeçmemeye ve ırkçılığa boyun eğmemeye gayret gösteren, kendilerini her anlamda eğiten, ikinci sınıf insan psikolojisinden çıkmayı başarabilen ve iki kültürün içeriğini bir zenginlik olarak benimseyen gençler yetişmekte.

En başta bahsettiğimiz gurbetçi algısına bu insanlar da dahil. Türkiye’de onlardan bahsedilirken de genelde “gurbetçi”, “Almancı” tabiri kullanılıyor. Peki kendilerini ne olarak görüyorlar/hissediyorlar? Center for American Progress ve FEPS kurumlarının 2020 yılında çıkarmış oldukları “The Turkish Diaspora in Europe” adlı raporuna göre Avrupalı Türkler kimliklerini ilk sırada Türk ardından Avrupalı olarak tanımlıyorlar. Her ne kadar yapılan araştırmaya katılanların %38’i Avrupa’da (Almanya, Avusturya, Fransa, Hollanda) doğmuş olsa da, sonuçlar ilginç. Evde en sık kullanılan dil ülkeye göre değişmekte. Almanya, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerde yaşayan Türkler her iki dili de evde kullanırlarken, Fransa’da evde sıklıkla Fransızca konuşulmakta. Dikkatimi çeken bir nokta ise, Avusturyalı Türklerin aile içi iletişimde Türkçe’yi Almanya‘lı Türk’lerden daha fazla kullanması oldu.  Avrupa’da kalmak isteyenlerin oranı her ülkede neredeyse %70’in üzerinde.

Çünkü onlar artık misafir değil, gurbetçi hiç değiller. Yaşadıkları toplumun ve ülkenin bir parçası haline gelmiş durumdalar. Bu durumu aidiyet duygusu ile ilişkilendiren göç bilimci Paul Mecheril Mehrfachzugehörigkeit” (çoklu aidiyet duygusu) diye tanımlıyor. Konu aidiyet duygusu olunca birçok kişi bocalıyor. Barış Manço’dan da duyduğumuz “Hemşehrim memleket nire?” sorusuna cevap bulamayabiliyorlar. Oysa Barış Manço ne güzel cevap veriyor: “Bu dünya benim memleket!”. Mecheril de tam olarak bunu anlatmak istiyor aslında. Fakat burada doğup büyüyen nesil nereye ait olduğu konusunda net bir cevap bulamayabiliyor. Şu dizeler pek güzel anlatmıyor mu bu durumu? “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde”..

Çocukların kendi kimliklerinden emin olmamaları yönelim bozukluğuna ve içsel bir kültürel çatışmaya yol açabilir. Bu bağlamda kültürel-etnik grupların çoklu aidiyet duygusu bir sorun olarak değil, olası bir yaşam biçimi olarak görülmektedir diyor Mecheril. Yani üçüncü veya dördüncü neslin kültürel-etnik kimliklerinde bir taraf seçme gibi bir zorunluluğu olmadığını vurguluyor. Her iki tarafa da kendini ait hisseden hibrid kimlikler “yeni diaspora’nın ürünleri” diyor Stuart Hill. Bu teorilere katılmamak elde değil, fakat her zaman savunduğum bir şey vardır: Köklerimizin dayandığı yeri, o yerleri değerli kılan insanları, bilgeleri, alimleri, kullandıkları dilleri, okudukları şiirleri, yazdıkları mısraları unutmamak! Bir yandan Mozart dinleyip, Goethe okurken, diğer yandan Aşık Veysel dinleyip, Orhan Veli’nin dizelerinde kaybolmak..

Böylelikle bahsettiğimiz nesil için Türkiye’ye “geri dönmek” gibi bir durum söz konusu değil. Onlar ancak Türkiye'ye göç ederler. Bir yere geri dönmek için o yerden gelmiş olmak gerekir. Ancak şu anki jenerasyon hep buradaydı, burada doğdu, burada büyüdü ve bütün eğitimini burada tamamladı. Tıpkı son günlerde dünyayı kurtaracak aşıyı icat eden ve birer gurbetçi çocukları olan Dr. Özlem Türeci ve Prof. Dr. Uğur Şahin gibi.

Yukarıda bahsedilen araştırmaya katılan ailelerin çocuklarının Avrupa’da eğitim almasından yana mutlu oldukları belirtiliyor. Avrupa ülkeleri PISA testinde iyi sonuçlar elde ediyorlar ve Türkiye’den daha ön sıralarda yer almaktalar. Fakat PISA sonuçlarına göre kökenleri farklı ülkelere dayanan çocuklar diğerlerine kıyasen daha başarısız bir performans sergilemekteler. Bunun ailelerin eğitim seviyelerinin düşük olması, yaşadıkları toplumsal sorunlar ve kimlik krizi gibi birçok sebebi var elbette. Ancak en büyük sebeplerinden biri eğitim sisteminin cok kültürlülüğün dahil olduğu toplumsal gerçekliği şiddetle red ettiği ve yabancı kökenli çocuklara göre bir altyapı oluşturmamasıdır. Sistem tamamen güç asimetrileri üzerine kurulmuş olmakla beraber çok dilli ve çok kültürlü çocukları ihmal etmekte, hatta göz ardı etmektedir. Heterojenliği destekleyip, bu gerçekliğe göre öğretmenleri yetiştirmek yerine, var olan çeşitliliği homojenleştirme amacıyla hareket etmektedir. “Biz” ve “Bizden olmayanlar” ideolojisi üzerine kurulmuş (bkz: Othering) bir eğitim sistemi içerisinde, çok dilli olarak yetişen çocuklarımız, çok dilli ve çok kültürlü olmanın getirdiği avantajlardan nasıl faydalanabilirler?

Prof. Dr. Uğur Şahin bir röportajında öğretmeninin onu Gymnasium’a gitmesini engellediğini belirtmiş. Bu örnek yıllardır değişmeyen ve günümüzde hâlâ defalarca karşılaştığımız bir durum. Ancak Şahin gibi azmiyle, zekasıyla ve başarısıyla bu sorunun üstesinden gelen binlerce gencimiz var. Bu gençlerimiz yaşadıkları ülkelerde dünya sıralaması yüksek olan üniversitelere gidip, kaliteli bir üniversite eğitimi alıp, gerçek anlamda bilim ile uğraşıp veya edindikleri meslekleri hakkıyla ve başarıyla icra edip, bir kaç dil bilen çok başarılı bireyler olabiliyorlar. Hem Türkiye'li Türklerin hem de Avrupalıların gurbetçi/göçmen profillerine hiç uymayan bu insanların sayısı giderek artmaya devam ediyor.

“Coğrafya Kaderdir” diyor İbn-i Haldun. “Kader gayrete aşıktır” diyor Yunus Emre. Hayatlarını içinde bulundukları şartlar dogrultusunda idame ettirmek istemeyen insanlar daha iyi bir gelir veya daha iyi bir eğitim gibi sebeplerden Avrupa’ya göç ediyorlar. Yeni nesil gurbetçilerin farkları işçi göçü değil beyin göçü olmaları. Türkiye’de beyin göçü gitgide artmaya devam ediyor. Bu sebeple oluşan ve zamanla gitgide büyüyecek olan akademik ve kurumsal boşlukları doldurmak pek kolay olmayacağa benziyor. Fakat bu noktada çok uzun zamandır içimden geçirdiğim ve gerçekleşmesini istediğim bir şeyi paylaşmak isterim: Tersine beyin göçü.

Memlekette hal böyleyken, Avrupa’da eğitimini tamamlamış Türk kökenli gençlere Türkiye Cumhuriyeti tarafından imkan verilip, istihdam sağlanması hem Avrupa’nın düzenini, sistemini, disiplinini almış bu insanların köklerinin dayandığı ülkeyi ve insanını daha iyi tanımalarına hem de memleketin daha da kalkınmasına vesile olabilir. Eğitim gördükleri kaliteli üniversitelerde öğrendikleri bilgileri memlekette uygulamaları, Avrupa’nın çalışma disiplinini getirmeleri ve mevcut olan düzeni belki de bir nebze daha düzeltmeleri mümkündür, tabii ki imkan verilirse. Bu fikir uygulanabilinir mi, Türkiye’deki oturmuş sistem değişebilir mi bilinmez ama hem köklerimin dayandığı ülkeye, hem de yaşadığım ülkeye faydalı olabilme arzusu ve isteği şahsen bende uzun yıllardır bulunmakta.

Globalleşmiş dünyada göç artık eskisi gibi büyük bir sorun teşkil etmiyor. Ülkeler göçmenlere çeşitli imkanlar sunabiliyorlar. Dil öğrenmenin binbir çeşit yolu var. Her şey eskisinden daha kolay. Fakat etrafımda bulunan Türkiye’den göç etmiş insanların ve Avrupa’lı Türklerin ortak bir noktaları olduğunu gözlemledim. Göç süreçlerini Youtube vb. sosyal mecralarda göz önüne seren yüzlerce insan var. Bir kaçını yakından takip ediyorum. Bu insanların çoğu durumlarından mutlu olsalar da, belki de onları hüzünlendiren ve tam gülümsedikleri anda içlerinde bir boşluk oluşturan bir hissiyat var: Eksiklik. Aile’nin eksikliği, aidiyet eksikliği, bir şeylerin eksikliği.. Ne diyor Özdemir Erdoğan “Söyleyin memleketten bir haber mi var, yoksa yarin gözyaşları mı bu yağmurlar..

Bu bağlamda Celal Yalınız’ı, namı diğer Sakallı Celal’i hatırlayalım:

“Doğuya giden bir geminin güvertesinde batıya koşan insanlardık belki de.

Buradan uzakta, bugünün ötesinde, sıvayıp kolları asıldık küreklere.” (Dr Skull-Zaman)